BUDAmıPEŞTE

Barindra’nın Hikayesi
14 Eylül 2016

Arthur ile MARie charLOTe’un hikayesi

Bir 50 yılımı daha geride bıraktım. Hatırladığım kadarıyla 50 li yaşlara son zamanlarda pek ulaşamamıştım. Tek seferde yarım asır yaşamak çok güzel bir duygu.

Bu 50 inci yaşımı Budapeşte de geçirmek istedim. Daha önceden iş için gittiğim bir yerdi. Tatil amacıyla ilk defa gidecektim. Neden Budapeşte bilemiyordum sadece beni çekiyordu o kadar. Gitmeden önce yapmayı planladığım sadece 2 şey vardı: Doğum günümde adını hatırlayamadığım ortaçağ atmosferindeki restoranda yemek yemek ve Budapeşte’nin tarihi atmosferini soluyarak belli bir süre yaşamak.

Tarihi atmosferi daha iyi hissedebilmek için şehir merkezinde daire kiralamıştık. Kolay olmuştu.

Restoranı da gidince öğrenir bulurum diye düşünüyordum. Öyle de oldu.

Uçaktan inip bavullarımızı beklerken döner bant üzerindeki reklam aradığım restoranın resimleri ile doluydu: Sir Lancelot Lovagi Étterem….Ne sıradan bir tesadüf değil mi?

Rezervasyon yaptırırken ismimi sorduklarında telefonda “Ertuğrul”u kodlamak zor geldiği için “Arthur” demem de bir o kadar sıradan olsa gerek.

Doğum günümde restorana gitmek için giyindik, süslendik, püslendik kolkola girip yola çıktık.

Gideceğimiz yeri tam olarak bilmiyorduk. Budapeşte sokaklarında sağa sola bakınarak, karanlık içinde bir şeyler görebilmek umuduyla yürüyorduk. Ben rahat yürüyordum ama karım benim kadar rahat değildi. Yürümekte zorlanıyordu. Ayakları kötü durumdaydı. Kovalamaca, kaçmaca derken alışkın olmadığımız şeyler gelmişti başımıza. Karımın ayakları patlamış, yara bere içinde, tabanları kapkara olmuştu. Bana tutunarak yürümeye çalışıyordu. Yanımızdakiler buna bile izin vermiyor bağlı olduğumuz zincirleri çekiştiriyorlardı. Bir an önce neresiyse oraya varmayı istiyorduk. 

Sir Lancelot restoranının önü kalabalıktı. Çok ünlü bir yer olduğu için turlar düzenleniyormuş buraya. Dışarıda park etmiş 2 otobüs gördük. İçerisi çok kalabalık olmalıydı. İyi ki önceden rezervasyon yaptırdık dedim Selda’ya. Oturacağımız masanın ayarlanması için bizi bir süre bekleteceklerini söylediler.

Dışarıda ne kadar bekledik bilemiyorum. Kaldırım kenarından akan pis su yattığımız yerde üstümüzü ıslatıyor, bazen sıçanlar ayaklarımızı ısırıyordu. Gelip geçen kalabalık bize çarpıyor bazıları da bilerek tekme atıyordu.

Beklettikleri için özür dileyerek yerimizin hazır olduğunu söyleyince ortaçağ kıyafeti içindeki genç bayanı takip ederek yürümeye başladık. İçerisi kılıçlar, mızraklar, baltalar, zıhlar,  şövalye resimleri ile dekore edilmişti. Üst kattan aşağıya indik. Burası yukarıya göre daha loş ve karanlıktı. Romantik bir Ortaçağ atmosferi için ne gerekiyorsa yapılmıştı.

Bize ayrılan yere tekmelenerek itildik ve yuvarlanarak zemine oturduk. Gözlerimiz karanlığa biraz daha alışınca ortamın korkunçluğu daha da belirginleşmeye başladı. Çok kalabalık ve çok gürültülü bir yerdi. Acıdan inlemeler ve bağırışlar gittikçe artıyor gibiydi. En yakımızdaki bir adam içine kapanmış bulduğu iğrenç bir şeyi sessizce kemiriyordu. 

Garson bayan gelip ne içeceğimizi sordu. Kırmızı şarap istedik. Beklenmedik bir hızla elinde şarapla gelip toprak bardağı şarapla doldurdu.

Elinde tuttuğu toprak bardağı bana uzattı karım. Birazını kendi içmiş olduğu suyun kalanını da bana ayırmıştı. Onun gibi ben de çok susamıştım. O kadar uzun süredir açtık ki açlığımızı bile unutmuştuk. Ama susuzluk kendini unutturmuyor. Bana uzattığı toprak bardaktaki sıvı kırmızı rengindeydi. Karımın dudaklarından sızan kan o içerken suyun rengini kırmızıya çevirmişti. 

Tadı çok güzeldi. Zevkle ve çabucak bitirdim bir bardak kırmızı şarabı. Merlot en sevdiğim şarap çeşitlerindendir. İkinci bardağa başlamıştık ki garson bayan gelip ne yemek istediğimizi sordu. O kadar açtık ki ne olsa yerdik. Seçmemiz için yardım etmesini istedik. Bize içinde her çeşit et olan 2 kişilik menü önerdi. Biz de ne geleceğini merak ederek kabul ettik.

Önümüze gelen tahta üzerindeki yiyeceklere baktığımızda önce ne olduklarını anlamadık. Her şeyden biraz vardı. Üstünde biraz et kalmış kemikler, domuz yağı parçaları, tavuk derileri, patates kabukları, lahana parçaları, çürümüş ezilmiş meyve parçalarından oluşmuş yemek artıkları karışımıydı.

Hiç böylesini daha önce yememiştik. Her şey çok fazla ve çok lezzetliydi. Masada çatal olmadığı için tüm o büyük parça etleri ellerimizle yemeye başladık. Aynı ortaçağdaki gibi. Zevk de almıştık doğrusu böyle yemekten. Bu sırada 2 şövalye belirdi masaların arasında.  Önce ağız dalaşına başladılar. Bağıra bağıra kavga ediyor gibiydiler. Anladığımız kadarıyla bir kadın hakkında tartışıyorlardı. Sonra kılıçlarını çektiler ve dövüşmeye başladılar.

Dövüşmekten yorgun düşmüşler olacaklar ki bir süre soluklanmak için ara verdiler. Sonra tekrar bağrışmaya konuşmaya başladılar. Bu sefer anlaşmış görünüyorlardı. Şövalyelerden biri kılıcını kınına sokup geri dönüp gitti. Diğeri ise bize doğru yürümeye başladı.  O anda her şeyi anladım. Karım için dövüşmüşlerdi. Karımı kimin alacağının ve köle pazarında satacağının kavgasını yapmışlardı. Karıma uzandığında engel olmak için hamlede bulunduğum anda karnımda bir sıcaklık hissettim. Şövalye kılıcını karnımdan çıkarınca yere yığıldım. Yattığım yerden karımın üzüntü ve korku dolu güzel yüzüne son defa bakakaldım.

Selda O’na garip baktığımı ve iki de bir daldığımı söyleyince toparlandım. Şu anda sevgili karımla, 50 inci doğum günümde harika bir restorandayım. Mutluyum, sevgi doluyum.

Yine  Budapeşte’deyim.

Anlamlandıramadığım yoğun duyguları anlamaya çalışmaktan vazgeçiyorum.

BUDAmıPEŞTE deyip gülümsüyorum.

25.08.1015

Ertuğrul Yılmaz